ANASAYFA / Genel / HAK-İŞ BAŞKANI USLU: “SENDİKACI SORUMLU DAVRANMALI”
HAK-İŞ BAŞKANI USLU: “SENDİKACI SORUMLU DAVRANMALI”
ÖZ ORMAN-İŞ BASIN MÜŞAVİRLİĞİ - 28.01.2010 00:00

HAK-İŞ BAŞKANI USLU: “SENDİKACI SORUMLU DAVRANMALI”

28.01.2010 00:00

Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu, sivil toplumun sorumluluk gerektirdiğini belirterek, sendikacıların da tüm davranışlarında sorumluluk içinde hareket etmesi gerektiğini söyledi.

 

Salim Uslu, Öz Orman-İş Sendikası Genişletilmiş Başkanlar Kurulu toplantısında yaptığı konuşmada, sendikacıların; akıl, vicdan ve sorumluluk duygusu taşıması gerektiğini anlattı. Salim Uslu’nun konuşması şöyle:

 

“Değerli arkadaşlar,

 

Güzel konuşmalardan sonra konuşma yapmak oldukça güç... Onun için ben de müsaade ederseniz mümkün olduğu kadar kısa kesmeye çalışacağım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum, başarılar diliyorum.

 

Güzel bir mekânda, Türkiye’yi yönetenlerin de zaman zaman gelip kaldığı bir otelde hep birlikteyiz. Bunu Öz Orman-İş Sendikamız açısından önemli bir gelişme olarak görüyorum. Bizim işçimiz, Sayın Genel Müdür’ün de ifade ettiği gibi, sadece iyi çalıştığı için takdiri hak etmiyor; aynı zamanda bu takdirin gereği olarak, orman işçisi iyi koşullarda çalışmayı, iyi koşullarda dinlenmeyi de hak ediyor.

 

Bu toplantının burada yapılmasının amacı, il kez göreve başlayan şube başkanları ve yönetim kurulu üyelerini, telaşsız bir ortamda bir araya getirmek, birbirleriyle tanışıp kaynaşmalarını sağlamak, beraberinde Öz Orman-İş ve Hak-İş’in ilkelerini, aramızdaki ilişkileri anlamak ve bunun gereğine inanmak, aynı zamanda da bu kısa süre içerisinde böyle hoş bir coğrafyada, ülkemizin bu güzel köşesinde hoşça zaman geçirmek...

 

Aklımızda sadece hocalarımızdan, konuşmacılarımızdan dinleyeceğimiz önemli konular kalmayacak; aynı zamanda yeni dostluklar da edinmiş olacağız. Bu dostlukları ve yaşanmışlıkları da beraberimizde götüreceğiz. Birbirini tanımayan insanların, birbirlerini aradıklarını, birbirlerine hal hatır sorduklarını hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Yani burada bir anlamda Öz Orman-İş Sendikası’nın atılan sağlam temelleri üzerine hem mimarî güzelliği hem koruma özelliği olan hem de çevreye uyumlu bir yapı kurarken, bir taraftan da dostlukların temellerini atmış olacağız.

 

Temellerini attık dedim. Settar Bey Öz Orman-İş Sendikası’nın hangi koşullarda kurulduğunu, neler düşündüğümüzü, neler yaşadığımızı kısmen anlattı. Sizler de zaten yaşayarak gördünüz, biliyorsunuz.  Kimsenin bize şans vermediği, neredeyse bizim arkadaşlarımızın bile bizim propagandamızı yaparken kendi içlerinde “Acaba?” diye sorguladıkları bir dönemden bugünlere geldik. Dün gördüğünüz binamız son derece elverişli, prestijli ve aynı zamanda orman işçisinin şanına yakışan bir hizmet binası. Hiçbir mazerete yer bırakmayacak şekilde hizmete koşulabilmesini kolaylaştıran ve herkesin her an iletişim kurabilmesini sağlayan, teknolojik imkânların mevcut olduğu hizmet binamızda, birbirlerine akıl oyunu yapmak yerine birbirlerinin bilgisinden, birikiminden, dostluğundan yararlanmaya çalışan bir kardeşlik anlayışıyla çalışan arkadaşlarımızla, şimdi bu temellerin üst yapısını birlikte kuruyoruz. Bunun için bu ilk toplantı son derece önemli.

 

Sayın Genel Müdür’ü büyük bir heyecanla ve zevkle dinledim. Bir taraftan orman teşkilatının hem imkânlar ve kaynaklar bakımından, hem personelin kurumsal sadakati, bağlılığı açısından, hem de kurumun genişleyen imkânları açısından övünülecek bir yer haline gelmiş olması ile ilgili son derece önemli ve güzel şeyler söyledi. Çok duygulandım ve etkilendim. Sayın Genel Müdür’ün bir bakışı var ki, o daha çok etkiledi beni. Bunu burada tanıyor, ilk kez burada yaşıyor değil. Sayın Genel Müdür, kadro konusundaki gayretimiz ve katkılarımız ile ilgili iltifat ettiler bize. Ama inanın işçisini gerçekten orman gibi görmek yerine, onları yaşayan, sorumlulukları olan, çocukları, geleceği olan birer birey olarak gören ve onlara karşı sorumluluk duygusu olan bir Genel Müdür’ümüz olmasaydı, bütün samimiyetimle ifade ediyorum ki, kadro sayımız bu rakama ulaşamazdı. Her an bizim takip edemediğimiz duyamadığımız, önlem almamız gereken önemli gelişmeleri ya Genel Müdürümüzden bizzat duyduk ve harekete geçtik ya da biz duymuşsak Sayın Genel Müdürle paylaştık, katkısını istedik. Kendileri bir noktayı söylediler. Yedi ay çalışan arkadaşımızı çıkartıp, beş ay çalışanı altı aya çıkartmak gibi... Ama altı ayı tamamlayamayanlar içerisindeki birçok arkadaşımızı da işe devam ettirmek suretiyle kadro almasını sağladık. Daha önemlisi, daha önceki taslaklarda, yangın işçisi hariç tutuluyordu. Bütün bunları Sayın Genel Müdürümüz ile birlikte çalışarak çözdük. Biz bu açıdan Sayın Genel Müdürümüzü bir işveren olarak görmüyoruz. Orman camiasının ağabeyi, ormancıların dostu, büyüğü, önderi olarak görüyoruz.

 

Ormancılık konusu fazla bilgim olan bir konu değil. Orman alanlarının etkinleştirilmesi, verimlileştirilmesi ve araç gereçlerle ilgili yapılan çalışmaları ilgiyle dinledim. Bunlar da mutlaka önemli başarılardır. Fakat tanıklık yaptığım için ben daha çok işin insan yanını biliyorum.

 

Bir hoca talebelerine diyor ki; “Geceyle gündüzün, karanlıkla aydınlığın birbirinden ayrıştığını nasıl anlarsınız?” Öğrencilerden birisi de,“Uzaktan gelen kişinin ata mı eşeğe mi bindiğini ayırt edebiliyorsam artık aydınlık, gündüz olmuştur, diye düşünürüm.” diyor. Diğer öğrenci de diyor ki; “ Ben de zeytin ağacıyla incir ağacını birbirinden ayırt edebildiğim zaman aydınlık olmuştur diye düşünürüm.”. Hocaları, “Ben böyle düşünmüyorum. Aydınlıkla karanlık arasındaki farkı, geceyle gündüz arasındaki farkı ben böyle anlamam. Ben karşıdan gelen gençse de ihtiyarsa da, kadınsa da erkekse de, güzelse de çirkinse de, siyahsa da beyazsa da ona kardeşim diyebildiğim zaman aydınlık olduğunu anlarım.” diyor.

 

Bulunduğun görev, konum, statü, makam ne olursa olsun, diğerini ötekileştirmeden bağrına basabiliyor, kardeş kabul edebiliyorsan, onun derdiyle dertlenebiliyor, onun sorununu kendi sorunun belleyebiliyorsan, o zaman sen insaf sahibi, adalet, vicdan, merhamet, duyarlılık sahibi bir insansındır. Bu teşkilattaki, Öz Orman-İş Sendikası’ndaki birinci ders; doğulu, batılı, güneyli, kuzeyli, Alevî, Sünnî, Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Gürcü demeden, içimizdeki bütün farklılıklara rağmen bu farklılıkları bir çatışma, ayrışma nedeni yapmadan, birbirimize kardeşim diyebileceğimiz bir kültürü, dayanışmayı, ruhu, heyecanı, bilinci hep birlikte yaşıyor ve yaşatıyor olmamızın gerekliliğidir.

 

Değerli arkadaşlarım ikinci olarak, ormanları yaşatmak konusunda çok duyarlı olmamız lazım. Çünkü biz ormancı olarak, çalıştığımız işletmenin sadece bize verdiği maaşla, bize sağladığı statüyle ilgileniyor olamayız. Daha iyi çalışayım, yangına daha iyi müdahale edeyim diye, yerine göre koruyucu malzeme kullanmaktan imtina eden arkadaşımızın fedakârlığını anlıyorum. Bu bir fedakârlıktır. Ancak bir şey katmak gerekiyor: Ormanları daha verimli, yaygın, üretken kılmak sorumluluğumuz da var.

 

Kutsal olarak değerlendirdiğimiz vatan toprağı ile saksıdaki toprağı birbirinden ayıran en önemli unsur, birisinin o ülkede yaşayan insanlara hayat, refah, özgürlük, gelecek, umut, heyecan ve coşku veriyor olmasıdır. Vatan toprağının kutsiyetini, değerini artıran çalışmalarda da bizim emeğimizin, katkımızın fazla olması gerekiyor.

 

Bir yabancı ülkeye gittiğimizde, -nitekim sizlerin arasından da gidenler oldu- yurtdışı programlarına gittiğinizde, uçakta, indiğinizde, gittiğiniz ülkede ilk gözünüze çarpan şey o ülkenin bitki örtüsüdür. Uçaktan bakarken dağı, ovayı fark edemeyebiliyorsunuz. Fakat neresi yeşil, neresi çölleşmiş fark edebiliyorsunuz. Bir ülkeye gittiğinizde o ülkenin gelişmişliğini, o ülkenin medeniyet düzeyini, orman zenginliğini ilk fark ettiğiniz zaman ülkeyle ilgili bir kanaat sahibi oluyorsunuz. Bu ülke ormanını koruyor, zenginleştiriyor, gençleştiriyor diyebiliyorsanız, o ülkede bir medeniyet kaygısının ve yaşama sevincinin var olduğunu hissedebiliyorsunuz. Bir ülkenin medeniyet düzeyini görmek bakımından, orman çok önemli.

 

O ülkenin gelişmiş olduğunun ikinci göstergesi gümrüktür. Gümrük işlemleri hızlı bir şekilde yapılıyorsa, o ülkenin gelişmiş bir ülke olduğu anlaşılır. Tersi durum, ülkenin geri kalmış olduğunu gösterir.

 

Fakat gelişmişliğin ilk göstergesi, biraz önce de belirttiğim gibi, ülkenin orman zenginliğidir. O nedenle sevdiğimiz vatan toprağını, küresel ısınma sorunu, iklim sorunu yaşamayan, kendi coğrafyasında her türlü canlının yaşama hakkını kullanabildiği bir orman zenginliği sahibi haline getirmek, önemli bir yurttaşlık sorumluluğudur.

 

Sadece tarihimizin, futbolumuzun ne kadar başarılı ya da paramızın ne kadar değerli olduğuna bakarak değil; tüm dünyada kullanılan ve insan refahını ölçen kriterlerle ülkemizin gelişmişlik düzeyini değerlendirmemiz ve kendimizi diğer ülkelerle kıyaslamamız gerekmektedir.

 

Biz aynı zamanda hem sendika hem de bir sivil toplum örgütüyüz. Sivil toplum örgütü, aynen bir yangın işçisi gibidir. Karşı dağda yangın varsa bir yangın işçisi, yangına oradaki gözlemcilerin, yangın işçilerinin müdahale etmesini bekleyerek vurdumduymaz davranamaz. Ya da tek başıma bununla müdahale edemem diyemez. Çıkartır ceketini, alır eline müdahale edeceği malzemeyi gerekeni yapar. Bir taraftan da anons eder. Çünkü karşı dağdaki yangının kendi bulunduğu yere sıçramayacağını garanti edemez.

 

Sivil toplum örgütleri de yaşadıkları ülkede çıkan yangınlar karşısında ya da yangın tehlikesi ve tehdidi olduğu yerde sessiz ve ilgisiz kalamazlar. Hemen itfaiyeyi kapıp koşmak zorundalar. “Orada Kürt sorunu var bana ne...” diyemezler. “Orada askerî vesayet, siyasî kurumlar üzerinde baskı kuruyor, bana ne...” diyemez. “Orada Tekel işçisi eylem yapıyor bana ne...” diyemezler. “Orada parti kapatılıyor, bana ne...” diyemezler.

 

Sizden olmayabilirler, sevmeyebilirsiniz ama nasıl ki aklınıza gelen bütün ağaçlar, bir ormanın zenginliğini oluşturuyorsa, çok renkli çiçek bahçesi, daha fazla çiçekle daha zengin, daha güzel olabiliyorsa, bizim de bu ülkedeki farklılıkları görüyor, koruyor ve onları hassasiyetle sahipleniyor olmamız lazım. Avrupa, sivil toplum örgütünü şu sözlerle, kriterlerle tanımlıyor:

 

Birincisi; Sivil toplum örgütleri özgürlük ortamında kurulur. Üzerinde herhangi bir vesayet olmaz. Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin üzerinde vesayetler var ve sorun çözme yeteneklerini geliştiremiyorlar.

 

İkincisi; Pozitif değerler etrafında oluşur. Yani bir otopark mafyası da bir sivil toplumdur, ama onu gerçek sivil toplum örgütünden ayıran toplumsal yarardır. Pozitif değerler dediğimiz; demokrasi, adalet, toplumsal yarar ve sonuçlardır.

 

Üçüncüsü; Sorumlu bireylerden oluşan örgütlerdir. Yani, “Ben bu makama seçildim, dört yıl boyunca beni buradan kimse kaldıramaz. Maaşımı alırım, altımda arabam, cebimde telefonum, aklıma eseni yaparım, ağzıma geleni söylerim.” diyemez.

 

Getirip işçiyi Ankara’ya, eyleme başlatıp, ölmek var dönmek yok diye cesaretlendirip, onları kuru kaldırımda yatıramazsın. Yarın ne olacağını hesap etmek zorundasın. “Ben hükümeti tehdit ederim, şantaj yaparım, hükümet de benimle uzlaşsın...” diyemezsin. Hükümetin seninle uzlaşmasını istiyorsan, sen de uzlaşma jestleri yapmak zorundasın. Sorumlu davranmak bunu gerektiriyor.

 

Ben Tekel işçisini sonuna kadar haklı görüyorum. Ama mesafeli duruyorum. Çünkü sendikanın politikalarının yanlış olduğunu, işçiye zarar verdiğini düşünüyorum. Bir taraftan özelleştirmeye karşıyım diye eylem kararı alacaksın, işçiyi Ankara’ya yola çıkaracaksın, bir taraftan da özelleştirilen yerle ilgili yapılan iptal başvurusunu Danıştay’dan geri çekeceksin. Dörtyüzelli dönümlük arazinin iptal başvurusunu, üstelik de Danıştay 13. Dairesi yürütmeyi durdurmuş olmasına rağmen geri çekeceksin. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu derler.

 

Bunun işçiye faydası yok diyordun da neden dava açtın. Bu konuyu Tekel işçilerinin eylemiyle ilgili söylemiyorum, sorumluluğu anlatmak için söylüyorum. Sendika sorumlu ve tutarlı davranmak zorundadır. Sivil toplum örgütü görevi ve sorumluluğu almış olan hepimiz sorumlu davranmak zorundayız. Yaptığımız bir iş; işçiye, ülkeye, topluma ne getirecek, bunları bilmek, tanımak zorundayız. “Ben yaparım, ben yıkarım, ben genel grev yaparım.” diyerek yola çıkan bir adam, içeride, toplantıda “Genel greve çıkalım ama beni arkamdan vurmayın.” diye kaygılarını dile getiriyorsa, dışarı çıkıp genel grev diye popülizm yapmanın bir anlamı yok.

 

Geçen Pazar günü Ankara’da miting yaptılar. Mitingde Kalfa soyadlı bir kişi çıkıyor ve “Hak-İş ve Memur-Sen hariç diğer konfederasyonlarla genel grev yapmalıyız.” diyor. Yasal grev hakkı olmayan Harb-İş kolundaki sendikanın başkanı olan bu kişi genel grev istiyor. Harb-İş kolunda askerî işyerlerinde yasal grev hakkı olmayan, yasal haklarını kullanamayan bu kişi genel grevden bahsediyor.

 

Daha sonra “Hak-İş’le bir araya gelmeyeceğiz.” diyenler, “Gelin beraber Tekel işçisinin sorununa çare bulalım.” diyorlar. Biz olumlu yaklaşıyoruz ve koşarak gidiyoruz. Çünkü biz o sendikaya bakmıyoruz. Biz bu konuşan kişilerin arkasında kalan, geleceğini, çocuklarını düşünen insana bakıyoruz. İşte orada insanlık, orada vicdan, adalet duygusu ön plana çıkıyor.

 

Şimdi sizler sendikada görev aldınız. Bizler de bu durumdan kendimize hisse çıkartacağız. Zaman zaman Genel müdürümüzü takdir edeceğiz, katkı vereceğiz, zaman zaman da işimize gelmeyen konular olursa, derdimizi anlatamazsak eylem yapacağız, tepki vereceğiz. Ama bütün bunları yaparken de bir şeyden uzaklaşmayacağız: İş yerimize ve kendi geleceğimize zarar vermeyeceğiz, sorumlu davranacağız, adımlarımızın sonuçlarını değerlendireceğiz, popülizm yani dalkavukluk yapmayacağız.

 

Birbirimize bir şey kanıtlamaya ihtiyacımız yok. Bizim tek rehberimiz var. Akıl, vicdan, sağduyu ve ahlak. Ahlaklı davranacağız ve ikiyüzlü olmayacağız. Vicdanlı davranacağız, merhametsiz olmayacağız. Adaletli davranacağız, haksızlık yapmayacağız. Sorumlu davranacağız, kimseyi mağdur etmeyeceğiz. Zaman zaman birbirimizi eleştireceğiz ve eleştiriden de kaçınmayacağız. Çünkü eleştiri insanı olgunlaştırır ve geliştirir. Yapılan eleştirinin de şefkatli bir eleştiri olması lazım. Karşıdakinin açığını bulmak, mahkâm etmek amacıyla değil; öneri getirerek, şefkatli bir eleştiri birbirimizi olgunlaştırır, birbirimize olan güveni artırır.

 

Bu nedenledir ki özellikle şube başkanları, işçileri ve kendinizi eleştirmekten korkmayın kaçınmayın, eleştirenlere karşı çıkmak yerine bundan yararlanın. Eleştirmek birbirini görmek, duymak ve anlamaktır. Şu anda sizinle konuşuyorum ve konuşurken gözlerinizin içine, beni dikkatle dinleyip dinlemediğinize bakıyorum. Bunu sizi test etmek için değil, kendi konuşmamın ilgi görüp görmediğini test etmek için yapıyorum. Eleştiri böyle bir şeydir.  Ben konuşuyorum ama karşımdaki insan beni nasıl takip ediyor ve söylediğimi doğru anlıyor mu? Bunu eleştirilere açık olarak anlarsınız. Eleştiri, insanı rehavetten, hantallıktan kurtaran iyi bir ısırıktır. Sempatik bir şekilde ifade edeyim. İnsanı uykudan uyandırır.

 

Eleştirmekle muhalif olmak farklı şeylerdir. Şube başkanını, temsilciyi, yöneticiyi, genel müdürü, genel başkanı ya da iktidarı eleştirebiliriz. Böyle bir hakkımız var. Ama eleştiriyormuş gibi yapıp bir karşıtlık bir muhaliflik yapamayız. Eleştiri olgunlaştırır. Muhaliflik keskinleştirir. Bu ayrıma da mümkün olduğu kadar dikkat etmemiz lazım. Bir de değerli arkadaşlarım, konuşurken şuna dikkat etmek lazım; nasıl eleştirmekle muhalif olmak farklıysa, söylemekle söylenmek de farklıdır.

 

Dün gece geç saate kadar bir programı izledim. Dikkatle dinlememe rağmen konuşan gazetecinin ne söylediğini anlayamadım. Adam söylemiyor, söyleniyor, homurdanıyor kendi kendine.  Bir şeylere kızdığı belli. Fakat o kızgınlık içerisinde söylediği kelimeleri dinlemek zorunda değilim ben ne söylediğine bakıyorum, mesajı almaya çalışıyorum. Bu nedenle çok şey söyleyebilirsiniz. Ama söylediğiniz şeylerin ne anlama geldiğini, içeriğini, zenginliğini, farkın iyi düşünmek, toparlamak zorundasınız. Yoksa elinizi atarsınız bir torbaya ilkokul çocuklarının fişleri çıkarttıkları gibi, yan yana koyarsınız bazı cümleler çıkar fakat başı sonu belli olmaz.

 

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şiirinde dediği gibi; ne yazanı bellidir ne düzeni, altında imza bile yoktur ama içinde yürek vardır. İşte bizim konuşmalarımızın içinde de bir bilgi, akıl, vicdan, adalet, yürek olacak. Bizim konuşmalarımızda eğer kendini geliştirmek için hiç bilmiyormuş gibi öğrenmeye çalışmaya, ilk defa duyuyormuş gibi anlamaya çalışmak ve bunları içselleştirmek durumundasınız. İşçiler ne yapsam tatmin olmuyor şeklinde bir görüş yanlıştır. İşçi senin kendisinden fazla bilmediğini düşünüyordur. Belli ki işçi sende bir fark, bir parıltı görmüyor.

 

Vaktiyle İstanbul’ a bir şube kuruyorduk. Malzeme alıyoruz. Bizim Kastamonulu çok sevdiğimiz bir arkadaşımız, paramızın az olmasına rağmen “Ucuzunu almayalım da pahalısını alalım.” dedi. Neden diye sorduğumda, “Sendika, işçinin misafir odasından daha iyi olmazsa, işçi benim evimden daha güzel bir mekân sağlayamayan bir sendika benim hakkımı nasıl korur, diye düşünür.” dedi. Ona hak verdim. Çünkü insanlar önce gözleriyle düşünür, sonra akıllarıyla düşünürler.

 

Bu açıdan sizin üyeye ya da işveren vekiline verdiğiniz ilk izlenim çok önemli. Düzgün, bakımlı, temiz bir kıyafetle karşılarına çıkmak ve bu kıyafetin içinde de bir adam olduğunu hissettirmek önemli. Mevlana’nın dediği gibi; nice adamlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde adam yok. Yani bu giydiğimiz elbisenin, bindiğimiz makam aracının içinde bir adam olduğunu göstermek zorundayız. Adam olmak da saç sakal bırakmakla olmuyor. Adam olmak yürek, bilgi ve akıl taşımak ve bunları kullanmakla oluyor. İnsanî değerleri, erdemleri temsil etmekle oluyor.

 

Görünüşüne bakınca adam zannettiğiniz, selam durasınız gelen kişi camiyi bombalama planı yapıyor. Ama içinde adam olmadığını sonradan fark ediyorsunuz. Adam olmak insani değerlerin bütününü taşımaktan geçer. Adam olmakla kadavra olmak arasında fark var. Burada insanî değerleri taşıyor olmak önemli.

 

Daima umutlu olun, heyecanlı olun. Yılgınlığa düşmeyin ve hiçbir şekilde meşruiyetten ayrılmayın. Yaptığınız işin önce kendi vicdanınızda meşru olduğunu kabul etmeniz gerekiyor. Daha sonra toplum onaylıyorsa, o iş meşrudur. Toplumsal destek yanımızda olsun istiyorsak yaptığımız işlerin meşru olmasını sağlamalıyız. Gandhi’nin bir sözü var. “Umutsuzluğa düştüğünde tarih boyunca doğruluk ve sevginin her zaman kazandığını hatırlatırım. Tiranlar ve katiller olmuştur. Hatta bir süre yenilmez sanılmışlardır ancak sonunda her zaman kaybederler.”

 

Bunun için değerli arkadaşlarım, doğruluk ve sevgi sizin elinizdeki en önemli silah olsun. Vurmak için değil kazanmak için, öldürmek için değil yaşatmak için. Her dönemde tiranlar ve katiller olmuştur. Fakat onları toplumun vicdanı ayıklar.

 

Bir diğer konu tutarlı olmaktır. Toplum insanları tutarlılık testine tabi tutar. Siyasi partiler seçimlere yakın bir sürü kararlar alır. Toplum, iktidarlık süresince partinin tutarlı olup olmadığını takip eder, seçimden önce söylediğiyle seçimden sonra söylediği, muhalefetken söylediğiyle iktidarken yaptığı, birbiriyle uyumlu mu değil mi, takip eder ve buna göre bir değerlendirme yapar.

 

Onun için doğru olan, hatayı toplumda aramak yerine kendimizde aramaktır. Şimdi gündemde olan Tam Gün Yasası ile de ilgili benzer bir durum söz konusudur. Yasa’nın çıkmasından yana olduklarını fakat bazı şartları olduğunu belirten kişiler var. Bu kişiler, Sosyal Güvenlik Reformu yapılırken sağlık ticarileştirilmemeli diyorlardı. Bugün aynı arkadaşlar sağlığı tamamen bir kamu hizmeti olarak sunacağım diyen bir Sağlık Bakanı’na karşı, sağlık ticarileşsin, doktorlar ticaret yapsın diye sokaklara çıktılar. Bence hiçbir inandırıcılıkları, güvenilirlikleri, etkinlikleri, saygınlıkları ve tutarlılıkları yoktur. Tutarlı olmak aynı zamanda inandırıcı olmak, güven yaratmak ve saygı yaratmak anlamına da gelir.

 

Bir diğer konu; sendikal kimlikle siyasi kimlik farklı şeylerdir. Farklı siyasi tercihleriniz, etnik aidiyetleriniz, ideolojik tercihleriniz olabilir. Bunları sakın Sendika’daki işlerinize karıştırmayın. Bir işçiyle, bir Türk-İş’liyle, bir Disk’liyle konuşurken de siyasi kimliklerinizi yarıştırmayın. Sendikal kimliğinizi ortaya koyun. Türk-İş ve Disk’ten niçin farklısınız ve farklı düşünüyor, davranıyor ve yaşıyorsunuz? Bunları sendikal dil kullanarak ifade edin. Bir partinin işçi kollarındayken yapacağınız konuşmayı, bir sendikanın, endüstri ilişkileri politikasındaki tavırları, tutumu, tutarlılığı, ilkelerinden farklı kullanabilirsiniz. Ama sendikacıysanız, siz bir partinin işçi kolu başkanı gibi konuşamazsınız. Söylediğiniz bir temeli olmalıdır. Sendikal dili, iyi bilmek, iyi geliştirmek ve hiç bilmiyormuş gibi öğrenmek zorundasınız.

 

Hak-İş, Öz Orman-İş olaylara nasıl bakıyor, sivil toplumdan ne anlıyor, endüstri ilişkilerinden ne anlıyor, uzlaşmadan ne anlıyor, barıştan ne anlıyor, demokrasiden ne anlıyor? Bütün bunlarda aynı dili kullanıyor olmamız lazım. Kavram olarak aynı şeyi söylüyor olmamız lazım. Ortak dil kullanmamız bizim birbirimizin ne söylediğini bildiğimizi gösterir.

 

Liderlerin bazı özellikleri vardır. Lider her davranışıyla, her sözüyle güvenilir ve örnek kişidir. Sizler de birer lidersiniz. Siz beni takip ederken Hak-İş Başkanı Disk Başkanı’ndan Türk-İş Başkanı’ndan daha farklı olmalı diye düşünüyorsunuz, o farklılıkları görürseniz gurur duyuyorsunuz. Onun için siz de işçileriniz karşısında, sizin benden beklediklerinizi sağlamış şekilde bulunmalısınız. Çalışmaya devam etmeniz gerekiyor. Başkan olmak her şeyi bilmek anlamına gelmiyor. Ömrünüzün sonuna kadar öğrenmeye devam etmek, çabalamak zorundasınız. Biz öyle bir kültürden geliyoruz ki, “İlim Çin’de de olsa arayınız.” diyen bir Peygamberin ümmetiyiz. Mutlaka bilimi kullanmak gibi bir sorumluluğumuz var.

 

Bir de değerli arkadaşlarım, biraz şövalye ruhlu olun. Ben şövalyeleri severim. İyi vuruştukları için değil, kimseyi arkalarından vurmadıkları için, kimseye pusu kurmadıkları için. Karşıdaki kişi senden emin, kendisinin de esenlikli olduğunu biliyor olmalıdır. Bizim kültürümüzün bize emrettiği en önemli şeylerden birisi okumaktır, diğer bir tanesi ise selam vermektir. Selam vermek, ben seninle barışığım, benden emin ol, esenliktesin demektir. Fırsatçılık yapmayan, asil, mert bir karaktere sahip olmamız gerekiyor.

 

Gözünüz kulağınız sendikanızda olsun. Üyelerinizle sık sık beraber olun. Üyeniz sizden duyması gereken şeyleri başkasından duymasın. İyi günde, kötü günde, tasada, kıvançta mutlaka üyenizle birlikte olun, arkasında yer alın, acısını paylaşın. İnsanlar zor zamanlarında yanlarında olan insanları unutmazlar.

 

Bu Sendika her hangi bir sendika gibi değildir. Siz buraya Öz Orman-İş Sendikası ile değil de Orman-İş Sendikası ile gelmiş olsaydınız, akşam Sefai Baba’dan gönül sohbeti dinlemeyecektiniz. İnsani değerleri yaşatmak isteyenler burada olacak. Bu sendikada bir sendika levhası göreceksiniz ama dostluğu, kardeşliği, dayanışmayı, insani duyguları ve bütün bu insani duyguların içerisinde de insan olmanın keyfini, kıvancını bu sendikada birlikte yaşayacağız.

 

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.”

MUHATAP KURULUŞLAR



Kişisel Verileri Koruma Kanunu - Aydınlatma Metni