Sayın Divan,
Sayın Meclis İdare Amiri ve Onursal Genel Başkanım,
Konfederasyonumuzun Sayın Genel Başkanı,
Saygıdeğer Milletvekilleri,
Almanya’dan,
Arnavutluk’tan,
Azerbaycan’dan,
Belarus’tan
Cezayir’den,
Eritre’den,
Fas’tan,
İran’dan,
İtalya’dan,
Kosova’dan,
Rusya’dan
Sudan’dan
Uganda’dan gelerek,
bu genel kurulumuzu onurlandıran sendikacı dostlarım,
Kardeş sendikalarımızın kıymetli yöneticileri,
Saygıdeğer bürokratlar,
Kıymetli misafirler,
Medyamızın değerli temsilcileri,
Hanımefendiler, beyefendiler…
Sevgili mesai arkadaşlarım,
Ülkemizin dört bir yanından gelip, orman ve tarım emekçilerimizi temsil eden, kıymetli delege arkadaşlarım…
Üçüncü Olağan Genel Kurulumuza hoşgeldiniz…
***
Sizleri, şahsım ve teşkilatım adına, saygı ve muhabbetle selamlıyorum.
Değerli katılımcılar…
Bilindiği gibi sendikamız; Avcılık, Balıkçılık, Tarım ve Ormancılık İşkolunda faaliyet göstermektedir.
Tüm dünyada ‘stratejik sektörler’ olarak kabul edilen tarım ve ormancılığa, yakın zamana kadar hak ettiği önemi veremedik.
Bu durum, ormancılık ve tarımda çalışan işçilerimizin refahına da yansıdı.
Orman ve tarım emekçilerimiz, kamu işçileri arasında en düşük ücreti alırken, öbür yandan, sendikalı olmalarına, 14 dönem toplu iş sözleşmesi yapılmasına rağmen, durumları yıllarca değişmedi.
Kadrosuz çalıştırıldılar…
Yılda 15 gün işbaşı yapabilmek için, birçok keyfi uygulamaya katlanmak zorunda kaldılar.
Çoğu zaman, iş standardı ve meslekî unvanları olmadı; amirleri o gün hangi işe koştuysa, oraya gittiler.
Dağ başında, 7 gün 24 saat çalıştıkları halde, fazla mesai ücretlerini alamadılar.
Bu vahim tablo, 2004’ten itibaren değişmeye başladı.
Bu tarih, orman emekçilerimizin, HAK-İŞ bünyesinde örgütlenmeye başladığı tarihtir.
İlk toplu sözleşme müzakeresine oturduğumuzda, işçilerimiz kamu kesiminde en düşük ücreti alıyordu.
Geride kalan süreçte, 4 dönem Toplu İş Sözleşmesi imzaladık.
Her sözleşmeyle, orman emekçilerimiz için yeni haklar elde ettik.
Ücretlerini, yan ödemelerini, sosyal haklarını ve çalışma şartlarını daha ileriye götürdük.
Ve bugün, Orman emekçilerimiz, kamuda en iyi ücreti alan işçiler arasındadır.
***
Günlük brüt asgari ücret 40 lirayken, işe yeni giren bir üyemiz 64 lirayla işe başlıyor.
Çıplak ücret dışındaki haklarımız buna dâhil değil.
Sosyal imkânlar ve çalışma şartlarında da iyileşme sağladık.
Mesai düzeninden, ulaşım imkânlarına…
Günlük yemek öğünlerinden izin kullanımına…
Fazla mesai ücretinden arazi tazminatına…
Ağır hizmet priminden kıdem terfi zammına kadar, birçok yeni hak elde ettik.
Başta, yangın gözetleme kuleleri ve yangın ekip binaları olmak üzere, işçilerimizin çalıştığı fizikî mekânların iyileştirilmesini sağladık.
Bu noktada, yapıcı katkılarından dolayı, işverenlerimize teşekkür ediyorum.
Çok daha önemlisi; Hak-İş’in ve Onursal Genel Başkanımız Sayın Salim Uslu’nun da büyük gayret ve destekleriyle, 2007 yılında, 13 bin orman emekçimizin kadro almasını sağladık.
Kadrosuzken; işçilerimiz, yerli-yersiz her işe gönderiliyordu
Kadro alındıktan sonra, işçilerimiz, kurallı çalışmanın ve ‘işçi olmanın’ onurunu yaşadı.
Ancak, mevcut yasalardan dolayı, kadro sorunu köklü bir çözüme ulaşmadı.
Bu konuya, konuşmamın sonunda tekrar değineceğim.
Kıymetli misafirler…
Orman işçilerimiz adına yaptığımız başarılı sözleşmelerin ardından, tarım sektöründeki emekçilerimizden, sendikamıza üyelik için yoğun talep geldi.
2012 yılında, TİGEM işletmeleri ile Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı merkez ve taşra teşkilatında örgütlenmeye başladık.
Bakanlık teşkilatında çoğunluğu sağlayamadık; ama TİGEM’lerde yetki almayı başardık.
***
2.500 TİGEM işçimizin ilk Toplu İş Sözleşmesini, 18 Ağustos 2014 tarihinde imzaladık.
Bu sözleşmeyle, TİGEM işçilerimizin yıllardır maruz kaldığı bazı haksızlıkları giderdik.
Kıdem terfi zammı, yıpranma primi ve diğer iyileştirmelerle, önemli ücret artışları sağladık.
Bu noktada, TİGEM yönetimine, üyelerimizin emeğine gösterdiği saygıdan dolayı teşekkür ederim.
Elbette, yaptığımız sözleşmelerle, tüm sorunları çözmüş değiliz.
Yeni dönemde, varolan sorunları çözmeye yönelik çabalarımız devam edecektir.
Kıymetli misafirler…
Biz, sendikacılığı sadece ‘ücret pazarlığı’ndan ibaret görmüyoruz.
Anlayışımızı, ‘hizmet sendikacılığı’ üzerine bina ettik.
Kaba kuvvete değil, bilgiye dayalı sendikacılık yapıyoruz.
Kuruluşumuzdan bugüne kadar, üyelerimiz için birçok yeni hizmet ürettik.
Geride kalan 4 yılda, geniş katılımlı 20 eğitim semineri yaptık.
Henüz İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası ortada yokken, binlerce üyemize iş sağlığı ve güvenliği eğitimi verdik.
Toplu sözleşmeleri, iş hukukunu, sosyal güvenlik mevzuatını anlattık.
Son 4 yıldır, tüm üyelerimize, Ferdi Kaza Sigortası yaptık.
Sigorta primlerini sendikamızın kasasından ödüyoruz.
Bu, sendikacılıkta bir ilktir.
***
Yeri gelmişken, Ferdi Kaza Sigortasının, maden işçileri için yasal zorunluluk haline getirilmesi, bizleri mutlu etmiştir.
Aynı zorunluluğun, ILO tarafından ‘Zor, Kirli ve Tehlikeli’ diye nitelenen tüm işler için de getirilmesini bekliyoruz.
Ne yazık ki, bugüne kadar 32 üyemizi, Ferdi Kaza Sigortası kapsamına giren nedenlerle kaybettik.
Merhum üyelerimizin mirasçılarına 20’şer bin lira sigorta tazminatı ödedik.
Bir üyemize de, sürekli işgöremezlik tazminatı verdik.
Sırası gelmişken; 32 merhum üyelerimizle birlikte;
Cenab-ı Hak’tan rahmet diliyorum.
Yangın, sel, deprem gibi felaketlere uğrayan üyelerimizi yalnız bırakmadık.
Felakete uğrayan 15 üyemizin, zor gününde yanında olduk; eşyalarını yeniledik.
2011’deki, Van Depreminden zarar gören 30 üyemizin yanındaydık.
Maddî sıkıntılarını azaltacak katkılar yaptık.
Birçok üyemizin, üniversite eğitimi alan çocuklarına, burs yardımı yaptık.
Hacıbayram semtindeki, tarihî Ankara konaklarından birini restore ettirerek, misafirhane olarak üyelerimizin hizmetine sunduk.
Bizi en fazla uğraştıran konulardan biri de, ‘Yevmiye Tespiti’ sorunu oldu.
***
Bu sorun, 1990’lardan bu yana gelen, 25 yıllık bir sorundur.
Eski sendika, imzaladığı sözleşmeler ve yasaların uygulanmasını takip etmemiş; binlerce işçinin ücretinin yanlış hesaplandığını, görmezden gelmişti.
O sendika, üyelerini kaybettikten sonra, bu sorunu kaşımaya başladı.
Binlerce üyemizi, kendi avukatlarına yönlendirerek, işverene karşı dava açmaya teşvik etti.
Açılan davaların bir kısmı işçilerimizin lehine sonuçlanırken, bazı davalar aleyhte sonuçlandı.
İş büyüyünce, Yargıtay içtihat değiştirdi.
Böylece, bütün davalar işçilerimizin aleyhine döndü.
Üyelerimizi mahkeme kapılarında süründürmemek ve işverenle kavgalı duruma düşürmemek için, sendika olarak konuya müdahil olduk.
Sorunun çözümü için, bilgisayar programları geliştirdik.
Orman Genel Müdürlüğü ile ortak bir komisyon kurarak, 20 bini aşkın üyemizin geriye dönük ücretlerini tek tek hesapladık.
Böylece, 3 bin 585 üyemizin yevmiyelerinin düşük hesaplandığını tespit ettik.
Orman Genel Müdürlüğümüzün, bu yevmiyeleri en kısa zamanda düzeltmesini bekliyoruz.
Türk sendikacılığında öncülük ettiğimiz diğer bir çalışma, Sendika Otomasyon Sistemi…
Bu sistemle; tüm üyelerimizle ilgili bir veri tabanı oluşturduk.
Ayrıca, Genel Merkezimiz ile şubelerimizi, otomasyon üzerinden irtibatladık.
Resmi işlemlerimizi, bu sistem üzerinden yürütmekteyiz.
Geliştirdiğimiz bu sistem, başka sendikalar tarafından da kullanılmaya başladı.
***
Kıymetli misafirler…
4 yıllık faaliyetlerimizi böylece özetledikten sonra, izninizle, dünya ve Türkiye’de yaşananları değerlendirmek istiyorum.
Yerkürede, acımasız bir adaletsizliğin hüküm sürdüğü, hepimizin malumudur.
Dünya nimetleri, ülkeler arasında, adil ve dengeli paylaşılmıyor.
Gelişmiş ülkelerin, dünya kaynaklarından aldığı pay artarken, yoksul ülkelerin payı azalıyor.
Batılı ve Kuzeyli GELİŞMİŞ ülkeler ile Doğulu ve Güneyli GELİŞMEMİŞ ülkeler arasındaki gelir adaletsizliği, dünyanın taşıyamayacağı bir hal aldı.
Dünyada en zengin 300 kişinin toplam serveti 4 trilyon dolara yaklaşıyor.
Bu servet, Türkiye gibi, dünyanın 17. büyük ekonomisinin yıllık gelirinin 4 katıdır.
Bu, apaçık bir adaletsizliktir.
KENYA’nın kurucu Devlet Başkanı Jomo Kenyatta, Batı’nın dünyaya bakışını şöyle özetlemişti:
“Avrupalılar geldiklerinde, onların elinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda, İncil bizim elimizde, topraklarımız ise beyazların olmuştu.”
Bu sürdürülebilir bir tablo değildir.
Ülkeler arasındaki, adaletsiz paylaşım, dünya barışını tehdit ediyor.
***
Haksızlık ve adaletsizlikler, ‘Batı merkezli dünya düzenini’ bir krize sürüklüyor.
Bu, sadece bir ekonomik kriz değil, aynı zamanda;
Son 200 yıldır, tüm dünyaya bir ‘illüzyon’ olarak yutturulan ‘Batı Değerleri’nin içi, bizzat Batı tarafından boşaltılıyor.
İnsanlığa;
Son 15 yıldır, dünya üzerinde yaşananlar, Batı’nın, dünyaya pazarladığı ‘değerler’ konusunda ne kadar samimiyetsiz olduğunu, hepimize öğretti.
11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısını bahane eden ABD, Avrupalı müttefikleriyle birlikte, yeni bir Haçlı Seferi başlattı.
O günden beri, dünya üzerinde rahat ve huzur kalmadı.
Batı’nın el attığı toplumlar, artık, “Kaçın!... Demokrasi geliyor…” diye feryat ediyor.
Batı Dünyası; Doğu ve Güneydeki ülkelere, ya ‘sömürülecek’, ya da ‘terbiye edilecekler’ muamelesi yapıyor.
Kendi insanları için münasip gördüğü; demokratik ve insanî değerleri, Doğulu ve Güneyli ülkelerin insanlarına çok görüyor.
***
Kendi ülkelerinde, yükselen ırkçı hareketlere göz yumuyor.
Maalesef bu yanlışa, Batı medyası ve aydınları da ortak oluyor.
İslam Dünyası’na karşı, var olan önyargılar derinleştiriliyor; haksızlıklar ve İslamofobi köpürtülüyor.
Paris’te bir dergiye yapılan insanlık dışı saldırı, ‘İslamî terör’ diye sunuluyor.
Ama, 2011’de Norveç’te, Anders Breyvik diye bir ırkçı, 77 genç insanı katlettiğinde, ‘meczup eylemi’ sayılıyor.
ABD’de 3 Müslüman üniversite öğrencisi, ırkçı komşuları tarafından hunharca öldürüldü.
Bu ırkçı katliam, ‘park tartışması cinayeti’ sayıldı.
Birkaç hafta önce, bir Alman pilot, kullandığı uçağı kasıtlı şekilde düşürüp, 150 insanı katletti.
O pilot Müslüman olsaydı, bugün hangi diyetleri ödemek zorunda kalırdık?
Acaba konu, ‘aklî dengesi bozuk bir zavallının işi’ diye, geçiştirilir miydi?
1915 tehcirinin 100. yıldönümü vesilesiyle, Türkiye’ye karşı, bir intikam operasyonu başlatılmak isteniyor.
Buna, Papa’nın öncülük etmesini anlamlı buluyoruz.
Aynı Batı, bugün Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini işgal eden, Ermenistan yönetimini görmezden geliyor.
Bu uluslararası eşitsizlik, adaletsiz ve çifte standartlar, ne yazık ki, Birleşmiş Milletler’i de pençesine almış görünüyor.
BM Güvenlik Konseyi’nin çarpık yapısı, evrensel adalet arayışlarını karşılıksız bırakıyor.
***
Birleşmiş Milletler, yeryüzünde barışı tesis etme işlevi dâhil, bütün vizyon ve misyonunu, kendi elleriyle zedelemiştir.
Bilindiği gibi, Dünya nüfusunun en az beşte biri Müslümandır.
Buna rağmen, Güvenlik Konseyi’nde, ‘veto’ yetkisine sahip bir tek Müslüman ülke yoktur.
Acaba bu, ne anlama gelmektedir?
Birleşmiş Milletler’in içine düştüğü bu aciz durum karşısında,
diyen Türkiye Cumhuriyeti’nden başka hiçbir devlet,
Elbette, İslam Dünyasının yaşadığı tüm olumsuzluklardan, tek başına Batı’yı sorumlu tutamayız.
İslam Dünyası da kendi içinde çatışmalar, yoksulluk, adaletsizlik gibi ciddi sorunlar yaşıyor.
İslam ülkelerindeki ‘demokrasi açığı’, ağır bir sorundur.
Ülkelerini ‘kendi mülkü’ gibi gören otoriter yönetimler, ‘bilinçli bir tercihle’ demokratik taleplere direniyor.
Kendi insanını ‘evrensel demokrasi’ye layık gören Batı, İslam Dünyasına ‘otoriter rejimleri’ münasip görüyor.
Müslüman coğrafyalarda, ‘millet iradesi’nin hâkim olmasına tahammül edemiyor.
Bu yüzden, Arap Baharı, Batının da desteğiyle, Arap Kışına döndürüldü.
Bunun için, Suriye halkı, Esat rejimine boğduruluyor.
Mısır’da millet iradesiyle Cumhurbaşkanı seçilen Mursi’ye karşı, Batı desteğiyle cunta darbesi yaptırılıyor.
Maalesef;
***
her yerde istikrarsızlık, yoksulluk, iç ve dış çatışmalar yaşanıyor.
Müslüman topraklarda, sömürü, gözyaşı ve kan dinmiyor.
Yaraya merhem olması umulan bazı İslam ülkeleri, akan kanı durdurmak yerine, mezhepçi politikalarla, Müslümanlar arasına fitne sokuyor.
Bu tablodan ve Batı’nın görmezden gelme politikalarından cesaret alan İsrail, bütün dünya için, şımartılmış bir tehdit haline geliyor.
Ukrayna ve Kırım üzerinde devam eden Rusya-Batı çekişmesi, Türkiye’nin çevresindeki istikrarsızlığı büyütüyor.
Batı, muhalif gördüğü ülkeleri terbiye etmek için her yola başvuruyor.
Bu terbiye etme politikası, birçok ülke gibi, bizi de olumsuz etkiliyor.
Son yıllarda Türkiye, dış politikasını yeniden şekillendiriyor.
Bölge dışı ülkelerin kendi coğrafyamızdaki yanlış politikaları karşısında, bir irade sergiliyor.
Bazı ‘Batı sempatizanları’, dış politikamızdaki yeni açılımları ‘eksen kayması’ olarak nitelendirse de, Türkiye doğru yoldadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş şartlarında benimsenen, içe kapanık politikalar, bugünün dünyasında sürdürülemez.
Türkiye, çevresine ve küresel düzeydeki sorunlara karşı, duyarlı hareket etmek zorundadır.
Türkiye, tüm insanlık için, ‘dünyanın evrensel vicdanı’ olmak zorundadır.
Çünkü, Türkiye’den başka, bu misyonu taşıyacak bir ülke yoktur.
Ülkemiz, yaptığı dış yardımlarla, ‘veren el’ konumuna yükselmiştir.
***
Gücümüze kıyasla, dünyanın en fazla yardım eden ülkesi olmamız, hepimizin övüncüdür.
NATO ve AB üyeliği yanında; İslam ve Türk Dünyası dâhil, bölgemize ve tüm dünyaya yönelik çok yönlü dış politikamız sürmelidir.
Tarih boyunca, hep mazlumlara kucak açan ülkemiz, savaşlardan ve zulümlerden kaçan mülteciler için, bir sığınak olmuştur.
Milletimiz, 500 yıl önce, İspanya’dan sürülen 250 bin kadar Yahudiyi bağrına bastı.
Geçen yüzyıldan günümüze;
Balkanlardan,
Kafkaslardan,
Rusya’dan,
Ortadoğu’dan,
Orta Asya’dan göç etmek zorunda kalan,
milyonlarca mültecinin sığınağı oldu, Türkiye.
Bu güzel hasletimiz, bugün de değişmedi.
Bazı Avrupa ülkeleri, Akdeniz’de sulara gömülen binlerce mülteci için, kılını kıpırdatmazken…
Hatta, mülteci teknelerini batırırken…
Türkiye, mülteciler için, ‘açık kapı’ politikası yürütüyor.
Bugün, çoğunluğu Suriyeli, 2 milyona yakın mülteciye ev sahipliği yapıyoruz.
Türkiye, İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş sürecinde, çeşitli sebeplerle bu topraklardan kopmuş eski vatandaşları için de, ‘açık kapı’ politikası yürütmelidir.
Biz, dış politikada çok yönlü açılımlar yaparken, Avrupa Birliği, sekter bir tutumla, üyelik sürecimizi engelliyor.
***
AB, üyelik kriterlerine uymayan ülkeleri tam üye yaparken, bizi yarım yüzyıldır oyalıyor.
1995’ten beri Gümrük Birliği içinde olduğumuz halde, Avrupa Birliği, bize tam üyelik dışında, anlamsız seçenekler sunarak, verdiği sözünden caymaya çalışıyor.
AB ülkeleriyle aramızda, sermaye ve mallar serbestçe dolaşırken, Türk vatandaşlarının ve emeğin serbest dolaşımı, ‘hukuksuz’ şekilde engelleniyor.
Geçmişte imzaladığımız Katma Protokolların gereği olan ‘serbest dolaşım’ hakkımız, Avrupa Adalet Divanı’nın Türk vatandaşları lehine verdiği 44 ayrı karara rağmen ihlal ediliyor.
AB ülkeleri, vatandaşlarımıza, ‘haksız yere’ vize uyguluyor.
Şayet AB, başkaca sudan bahaneler üretmezse, hakkımız olan vizesiz seyahat, ancak 2.5 yıl sonra uygulayacak.
Biz AB sürecini hep destekledik ve destekliyoruz.
Ancak, Türkiye, Avrupa Birliği üyeliği sürecini, artık gözden geçirmelidir.
Ve gerekiyorsa, “Hayır, teşekkür ederim.” demelidir.
Türkiye’yi kaybetmenin maliyetini, biraz da AB düşünsün.
Değerli katılımcılar…
Ülkemiz, 13 yıldır bir siyasî istikrar yakalamıştır.
2002’den bu yana, güçlü Hükümetlerce yönetiliyoruz.
Siyasî istikrar, ekonomi ve diğer alanlara da yansıyor.
İç ve dış zorlamalara, hatta küresel krizlere rağmen, ekonomik istikrar devam ediyor.
***
Sivil siyasetin güçlenmesi, ‘bürokratik vesayeti’ dizginledi.
Elbette bu kolay olmadı.
Sivil ve meşru siyaset, birçok açık veya örtülü darbe girişimlerine hedef oldu.
Günlüklere yansıyan darbe planları bir yana, 2007’de, millet iradesine müdahale edildi. Meclis’in Cumhurbaşkanı seçmesi engellendi.
Yüzde 50 oy alarak iktidar olmuş bir parti, gazete kupürü delillerle kapatılmaktan, kılpayı kurtuldu.
Seçim sandığında alt edilemeyen millet iradesi, Gezi benzeri, organize kalkışmalara hedef oldu.
Ve hatta, devlet içinde paralel yapılanmaya gitmiş bir örgüt, Hükümet darbesine kalkıştı.
Hiçbir devlet, paralel bir yapılanmaya izin veremez.
Bizim siyasî geleneğimizde, Devlet ortak kabul etmez.
İktidar, meşru olmayan yapılarla paylaşılamaz.
Ülkemiz, en büyük SORUNUNU çözmek amacıyla, bir ‘Çözüm Süreci’ yürütüyor.
Bu süreç, herkes için, daha fazla demokrasi ve özgürlük sağlayacak bir zeminde yürütülmelidir.
Hepimiz, meselenin hassasiyetine uygun bir sorumlulukla, hareket etmeliyiz.
Hoca Ahmet Yesevî’nin asırlar önce, “Ben-sen diyen kimselerden geçtim.” dediği gibi, ‘biz’ olmalıyız.
Çözümsüzlükten, bu ülkede yaşayanlar değil, bu ülke üzerinde hesabı olanlar yararlanır.
Çözüm Sürecini, ülkemizin birlik ve bütünlüğünü güçlendirecek bir formülle sonuçlandırmalıyız.
Türkiye, küçülerek değil; büyüyerek var olmak zorundadır.
Millî Mücadele Kahramanı, İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in sözleri, sanki bugünleri tarif ediyor:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
***
Kıymetli misafirler…
Temel sorunların çözümü için…
Kalkınma ve gelişme için, yeni bir Anayasaya, mutlak ihtiyaç var.
Anayasa maceramız, 1876’daki Kanun-u Esasi ile başlamıştır.
O günden bugüne; 5 kez ‘Yeni Anayasa’, sayısız ‘Anayasa değişikliği’ yaptık.
Buna rağmen, bir türlü, darbe ve savaş şartları dışında, bir anayasa yapamadık.
‘Sivil Anayasa’ arayışlarımızı, bir sonuca ulaştıramadık.
Toplumun değerlerinden beslenen, ihtiyaç ve taleplerine dayanan bir Anayasa özlemimiz sürüyor.
7 Haziran’daki genel seçimlerin ardından, zaman kaybetmeden, millî iradeye dayanan, yeni ve sivil bir Anayasa yapmalıyız.
Yeni Anayasada;
Gelişmiş ülkelerdeki uygulamalar da dikkate alınarak, bizim için en uygun ve özgün modeli oluşturulmalıyız.
Ayrıca, Anayasa Mahkemesi, ‘kurucu iktidar yetkisi’ taşımamalıdır.
Anayasa Mahkemesi, milletin seçtiği iktidarlar üzerinde ‘meşruiyet denetimi’ yapamaz.
Yeni Anayasa, yüksek yargı kurumlarının yetki sınırlarını, net olarak belirlemelidir.
11. yüzyılda yaşamış büyük Türk âlimi Yusuf Has Hacip, ‘Kutadgu Bilig’ adlı eserinde, devlet başkanına şöyle seslenmişti:
“Bey, iyi kanun yap. Kanuna riayet et ki, halk da sana riayet etsin…”
***
Bu bin yıllık öğüt, ne kadar haklı, değil mi?
Yeni Anayasamız; devletimizle milletimiz arasında, hakkı ve adaleti gözeten, ‘yeni bir toplumsal sözleşme’ niteliği taşımalıdır.
Kıymetli misafirler…
Küresel kriz yüzünden birçok ülke ekonomisi küçülürken, Türkiye, büyümeye devam ediyor.
2014 yılında, her türlü olumsuzluğa rağmen, ekonomimiz yüzde 2.9 büyüdü.
Avro bölgesi ülkelerinin, 2014 yılı ortalama büyümesinin yüzde 0,8 olduğu dikkate alınırsa, Türkiye’nin 2.9’luk büyümesi bir anlam kazanır.
Ekonomideki genel iyileşmeye karşılık, bazı sorunlarımız devam ediyor.
Enflasyon tek haneye gerilemiş olsa da, henüz hedeflediğimiz düzeye inmedi.
2014 yılı genelinde yüzde 9.9 olan işsizlik, son dönemde yüzde 10.9’a tırmandı.
Genç işsizliğinin yüzde 20’ye ulaşması, bir tehlike sinyalidir.
Seçimden sonra kurulacak hükümet, istihdam paketini, hızla uygulamaya koymalıdır.
Millî gelirin adil dağılımını sağlayacak politikalar üretmeliyiz.
Bu anlamda, temel tüketim malları üzerindeki vergiler azaltılmalıdır.
Vergi; temel tüketimden değil, çok kazanandan alınmalıdır.
Teknoloji üreten ve istihdam sağlayan yatırımlara verilen teşvikleri artırılmalıyız.
Türkiye, imkân ve fırsatları iyi kullanarak, kalkınmasını hızlandırmalıdır.
Millî hasılasının yüzde 8’den fazlasını ‘enerji’ ithalatına harcayan bir ülke, hızlı kalkınamaz.
***
O yüzden, başta nükleer santrallar olmak üzere, enerjide yerli kaynakları hızla devreye sokmalı ve enerji ithalatını dizginlemeliyiz.
Yakın zamana kadar; tarım, hayvancılık ve ormancılık sektörü, adeta, ‘kalkınmanın önündeki engel’ gibi sunuldu.
Oysa, gelişmiş ülkelerin tamamı; tarım, hayvancılık ve ormancılık sektörlerinde de kalkınmıştır.
Sırası gelmişken… Tüm çiftçilerimizin, 14 Mayıs Dünya Çiftçiler Gününü kutluyorum.
Giderek önem kazanan gıda güvenliğinin de bir gereği olarak, tarım ve hayvancılık, ‘stratejik sektörler’ haline gelmiştir.
Küresel ısınma ve diğer çevre sorunları, yeryüzündeki yaşam için, ‘orman’ ve ona bağlı kaynakların değerini göstermiştir.
Geçmişte ihmal ettiğimiz tarım, hayvancılık ve ormancılığa, hak ettiği değeri vermeliyiz.
Dünya; köylülükten çiftçiliğe, oradan da endüstriyel tarıma geçiyor.
Türkiye’nin bu süreci ıskalama lüksü yoktur.
Tarım ve hayvancılığımızı geliştirecek projeleri devreye sokarken, ormanlarımıza da hak ettiği ilgiyi göstermeliyiz.
Ülkemizin üçte birini kaplayan orman varlığımızı korumak, geliştirmek, ıslah etmek ve yüksek gelir elde etmek için, daha fazla emek harcamalıyız.
Ormanı sevmek, ondan azami derecede yararlanabilmeyi gerektirir.
Ormandan yararlanmak ise, ormana girebilmeyi gerektirir.
Ormanlarımızın yüzde 96’sı, sosyal ve kültürel bakımdan, yararlanılamaz durumdadır.
Bugünkü uygulamada, Orman Teşkilatımızda, kadro, şahsa veriliyor.
Şahıs emekli oluyor, kadro da emekli oluyor.
Şahıs işten ayrılıyor, kadro da ayrılıyor.
Şahıs ölüyor, kadro da ölüyor.
***
O yüzden, Orman Teşkilatımızda norm kadro ihdas edilerek, geçici statüyle çalıştırılan tüm işçilerimiz, kadroya alınmalıdır.
Asgari ücret, son yıllardaki iyileşmeye rağmen hâlâ geçinilebilir düzeyde değildir.
Adil bir asgari ücret için, öncelikle, tespit yöntemi değişmelidir.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun şimdiki yapısı değiştirilmeli; tüm işçi konfederasyonları, komisyonda temsil edilmelidir.
Asgari Ücret tespitinde, sadece çalışan değil; aile fertleri de dikkate alınmalıdır.
Ve asgari ücret, gelir vergisinden muaf tutulmalıdır.
Kayıtdışılığı önleme yolunda, son yıllarda önemli adımlar atıldı.
Buna rağmen, Resmî ağızlara göre, ‘kayıtdışı’lık oranı, halen, üçte birlerdedir.
Türkiye, büyüme ve istihdamı desteklerken, kayıtdışılığı da ortadan kaldıracak politikalar geliştirmelidir.
Kayıtdışılığı, yalnızca cezaî yaptırımlarla önleyemeyiz.
Başta yüksek vergi oranları olmak üzere, istihdam üzerindeki yükler azaltılmalıdır.
13 milyon kayıtlı işçinin, yalnızca yüzde 10’unun sendikalı olduğu bir ekonomide, kayıtdışılık engellenemez.
Emeğin karşılığını toplu şekilde arayabilmek, temel bir insan hakkıdır.
Yasalarımız, sendika hakkını güvence altına almıştır.
Ama fiilî durum, yasal durumla örtüşmüyor.
Bazı işverenlerin zihniyeti, ‘sendikasız işçi’ saplantısına takılmıştır.
Anayasal hakkını kullanıp, sendika üyesi olan işçiler, kapı önüne konmaktadır.
Çalışma Mevzuatımız, bu ilkelliği önleyecek yaptırımlardan mahrumdur.
Oysa, sendika hakkı, kayıtdışılığın panzehiridir.
Birçok temel insan hakkı ihlali, hapisle cezalandırılıyor.
***
Sendikalaşma hakkının ihlali için de, benzer yaptırımlar getirilmelidir.
Kamudaki ‘memur’ tanımı, AB normlarına göre yeniden yapılmalıdır.
Devletin aslî işini yapmayan personel, ‘işçi’ olarak tanımlanmalıdır.
Sırası gelmişken, Türkiye’deki ‘sermaye’ örgütlenmesinin, ‘sivil’ olmadığına da dikkatinizi çekmek istiyorum.
Emeğin sendikalaşması, işverenin insafına bırakılırken; işverenler ve serbest meslek sahipleri, kanun zoruyla, meslek odalarına üye yapılmaktadır.
Bu durum, demokrasiyle bağdaşmaz.
Maalesef son yıllarda, kamunun aslî işi olan birçok hizmet, taşerona devredildi.
Taşeronda çalışan işçilerin sayısı, milyonla ifade ediliyor.
Taşeron işçilerin, kıdem tazminatı ve bazı haklarını güvence altına almak üzere, yakın geçmişte, bazı yasal düzenlemeler yapıldı.
Fakat bunlar yeterli değildir.
Kamuda hizmet veren işçilerimiz, devlet kadrolarına geçirilmelidir.
Ayrıca, yılda 5 ay 29 gün çalıştırılan işçilerimize, kadro verilmelidir.
6 ay çalışarak 12 ay nasıl yaşanır, bunu yetkililerin vicdanına havale ediyorum.
Bu insanlar, sizlerin çocuğu veya yakını da olabilirdi.
Son bir yıl içinde, maalesef en önemli gündem konularımızdan biri, iş kazaları oldu.
Soma’daki maden kazasına 301,
İstanbul’daki asansör kazasına 10,
Ermenek’teki maden kazasına da 18 emekçimizi kurban verdik.
***
İş kazalarında;
Bu tablo, Türkiye’ye yakışmıyor.
Bilimsel verilere göre; iş kazalarının yüzde 97’si önlenebilir niteliktedir.
Hükümet, 2012 yılında, müstakil bir İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası çıkardı.
Daha bir ay önce, torba kanunla, bazı ilave düzenlemeler yapıldı.
Ama, yasaları yapmak yetmiyor; uygulamayı denetlemek gerekiyor.
İş sağlığı ve güvenliği için alınacak önlemleri, bir ‘maliyet’ gibi gören işveren kafasının da değişmesi gerekiyor.
İşverenler, ‘kısa günün kârı’ anlayışını, artık terk etmelidir.
Çünkü, iş kazalarının faturası, bu kazaları önleyecek maliyetin tam 5 katıdır.
Bu konuda, topyekûn bir bilinçlenmeye ihtiyacımız vardır.
Türkiye’ye yakışmayan bir diğer sorunumuz da, çocuk işçiliğidir.
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre; eğitim çağındaki çocuklarımızın yaklaşık yüzde 6’sı çalıştırılmaktadır.
Bu sorunun çözümü, ailelerin gelir ve refah düzeyinin artırılmasından geçmektedir.
Toplam istihdam içinde, kadınlarımızın payı, son yıllarda giderek artıyor.
Kadınlarımızın işgücüne katılma oranı yüzde 30’a ulaştı.
Bu oran yetersiz olsa da, artış eğilimi anlamlıdır.
Kamuda çalışanların durumu, nispeten iyi olmakla birlikte, özel sektörde çalışan kadınlar, ciddi sorunlarla karşı karşıyadır.
Bu sorunların başında; kayıtdışı çalıştırma, çifte bordro, ücret eşitsizliği ve çocuk YAPMAMAYA zorlamak gelmektedir.
***
Hükümetin yakın zamanda yaptığı iyileştirmelerin, ‘kadın istihdamından kaçınma bahanesi’ yapılmasına karşı, uygulanabilir tedbirler alınmasını istiyoruz.
Gündemdeki temel meselelerimizden biri de, Kıdem Tazminatı Fonu’dur.
Mevcut uygulamada, işçilerin yüzde 90’dan fazlası, kıdem tazminatını alamıyor.
Hak-İş, kurulduğundan beri, Kıdem Tazminatı Fonunu talep ediyor.
Hak-İş dışındaki konfederasyonlar, büyük işverenlerle ittifak halinde, fona karşı çıkıyor.
Bu ittifakı, manidar buluyoruz.
Fon kurulmalı; bir gün bile çalışan işçimizin kıdem tazminatı, fona yatırılmalıdır.
Kıdem Tazminatı Fonu için elimizi taşın altına koyarken, emek aleyhine hiçbir düzenlemeyi kabul etmeyeceğimizi tekrarlıyoruz.
SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’nın tek çatı altında toplanması, gerçek bir reformdur.
Emekçilerin, tüm hastanelerden hizmet alması, her eczaneden ilaç alabilmesi, son derece çağdaş uygulamadır.
Bu önemli reformları gerçekleştiren Hükümeti ve emeği geçen siyasetçi ve bürokratları kutlamak gerekir.
Sosyal Güvenlik alanındaki temel beklentimiz, emeklilere, insanca yaşayacak ücretin ödenmesidir.
Sosyal Güvenlik, ‘ne verirsen onu alırsın’ mantığına dayandırılamaz.
Sosyal devlet olmanın gerektirdiği sorumluluklar, gözardı edilmemelidir.
***
Kıymetli Misafirler…
Emeğin örgütlenmesi önündeki en çetin engellerden biri, bazı işverenlerin, emeğe ve sendikacılığa yanlış bakışıdır.
Kısa vadeli kârından başka bir şey düşünmeyen, ufuksuz ve basiretsiz işverenlerin, emek karşıtlığını anlayabiliyoruz.
Fakat, hayata, ‘değerler’ penceresinden bakan işverenlerin, emeğe bakışını anlayamıyoruz.
İşverenler, ‘sendika’ hakkının, en az ‘teşebbüs özgürlüğü’ kadar önemli olduğunu içlerine sindirmelidir.
Herkes, sendikalaşmanın bir ‘suç’ değil, ‘Anayasal hak’ olduğu kabullenmelidir.
Hak-İş üyesi bir sendika olarak, sendikacılığımızı 3 boyutta ifade ediyoruz:
Bir yönümüz mahallîdir:
Şubelerimiz ve temsilciliklerimizle birlikte, ülkemizin her köşesinde, emeğin hakkını arıyoruz, çözüm üretiyoruz.
Bir yönümüz ulusaldır:
Emeğin ülke düzeyinde hakkını ararken, ülke sorunlarına da kafa yoruyoruz.
Bir yönümüz de evrenseldir:
Hem uluslararası emek kuruluşları nezdinde faaliyet gösteriyoruz, hem de farklı ülkelerdeki sendikalarla ilişkilerimizi geliştiriyoruz.
Geride kalan süreçte, bazı ülkelerdeki sendikalarla anlaşmalar imzaladık.
Bazı ülkelerdeki sendikalarla da görüşmelerimiz devam ediyor.
Bu arada, bir büyük uluslararası organizasyonuna dâhil olduğumuzu da, gururla söylemek istiyorum.
***
Öz Orman-İş; 197 ülkenin taraf olduğu, Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele sözleşmesi kapsamında yürütülen faaliyetlere, Türkiye’den akredite olan, tek sendikadır.
Bu çerçevede, Birleşmiş Milletler’in Namibya ve Meksika’daki toplantılarına katıldık.
Bu sene ülkemizde yapılacak olan, COP-12 konferansında, sendika olarak, farklı ülkelerden gelecek STK’larla birlikte, çeşitli etkinlikler yapacağız.
Değerli konuklar…
Dünyada ve Türkiye’de, sendikacılık, bir dönüm noktasına gelmiştir.
İşçi kuruluşları, sendikacılığa yeni bir ruh kazandırmalıdır.
‘İnsan’, ‘emek’, ‘hak’ ve ‘adalet’ merkezli, yeni bir sendikal anlayışı inşa etmeliyiz.
Sendikacılığı; başta demokrasi, medeniyet ve ahlâk olmak üzere, ‘değerler’ temelinde yüceltmeliyiz.
Unutmayalım ki; ahilik ve lonca örgütlenmesi, bizim emek anlayışımızın ve medeniyetimizin eseridir.
Dünyanın ilk toplu iş sözleşmesini yapmış olma övüncü de bize aittir.
Bizim üyelerimiz, sadece işyerinde değil, hayatın her noktasında üyemizdir.
Bu gerçeklerden hareketle, ‘hizmet sendikacılığı’ anlayışını geliştiriyoruz.
Ferdi Kaza Sigortası, afet yardımları, misafirhane gibi ‘sosyal hizmetlerimiz’, artarak devam edecektir.
2015 Ocak ayı istatistiklerine göre; işkolumuzda, 137 bin sigortalı işçi çalışmaktadır.
Bunların sadece 36 bini sendikalıdır.
Sendikalı işçilerimizin yüzde 70’i, Öz Orman-İş üyesidir.
***
İşkolumuzun en büyük sendikası olmamız, bize ilave sorumluluklar yüklemektedir.
Yüzbinlerce tarım-orman emekçimiz, bırakalım sendika hakkını, sigortadan bile mahrumdur.
O emekçilerin büyük bir bölümü, gezici-mevsimlik işçi olarak çalışıyor.
Binlerce emekçimiz, ormancılık işlerinde, vahidi fiyatla ya da taşeron elinde çalıştırılıyor.
Biz kendimizi, bütün o emekçilerin hakkını aramakla da yükümlü sayıyoruz.
Önümüzdeki süreçte, sektörümüzdeki kayıtdışı istihdamla mücadele yanında, tüm işçileri örgütlemek de hedefimiz olacaktır.
Orman köylülerimizi ve tarımda hizmet verenleri, yaşadıkları yerlerde doyuramazsak, mutlu edemezsek, köyler boşalır, kentler yaşanmaz hale gelir.
Bu noktada; Osmanlı Cihan Devleti’nin manevî hamurunu yoğuran Şeyh Edebalı’nın; “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” öğüdü, bizi geleceğe taşıyan en önemli ilkedir.
Kıymetli misafirler…
Bugün emek mücadelesi, ‘bilek güreşi’ olmaktan çıkmıştır.
İşveren ve işçi, birbirinin hasmı değil; sosyal ortağıdır.
Hepimiz aynı gemideyiz.
Gemi batarsa, herkes zarar görür.
Emeğin hakkını korurken, işyerlerimizi daha verimli hale getireceğiz.
Bunun için, sendikacılığı ‘bilgi temeli’ üzerinde yükselteceğiz.
Hazreti Mevlana’nın dediği gibi;
Üyelerimize verdiğimiz eğitimleri artırıp, çeşitlendireceğiz.
***
Eğitim faaliyetlerimizi, kurumsal bir yapıya kavuşturacağız.
Bu anlamda, bir eğitim merkezi kurmayı hedefliyoruz.
Bu merkezde, kendi üyelerimiz yanında, başka sendikalara ve hatta işverenlere de eğitim verebiliriz.
Geride kalan 4 yılda, geçici işçilerimize kadro sağlamak için çok çaba gösterdik.
Deyim yerindeyse, çalmadık kapı bırakmadık.
Son 4 yıl içinde; Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız dâhil, siyasetçi ve bürokrat muhataplarımıza, 48 defa dosya sunduk.
Geçici işçilerimize kadro verilmesinin, ormanlarımıza ve ormancılığımıza yapacağı olumlu katkıları anlatmaya çalıştık.
Sayıları 9 bini aşan geçici işçilerimize kadro verilmesi için, çabalarımız devam edecek.
Çünkü buna, hem o işçilerimizin, hem de ülkemizin ihtiyacı var.
Biz, çalışmadan ücret alalım demiyoruz.
Ormanlarımızda, yılın 12 ayında iş var.
Bu işleri yapmak ve hakkımız olanı almak istiyoruz.
Büyük mutasavvıf Hacı Bektaş Veli’nin,
biz, çalışmadan geçinenlerden değiliz.
Yılın yarısında çalışıp, diğer yarısında işsiz kalan geçici işçilerimiz de aile geçindiriyor.
6 ay çalışmakla, 12 ay geçinmenin mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz.
Bu noktada, Sayın Başbakanın,
sözünün takipçisi olacağız.
***
Bu arada, Orman Teşkilatı ve TİGEM işletmelerinde çalışan üyelerimizin Toplu İş Sözleşmesi için müzakerelerimiz devam ediyor.
Dün olduğu gibi, bugün de, üyelerimizin ekonomik ve sosyal haklarını daha ileriye taşımak için, pazarlık masasını sonuna kadar kullanacağız.
Biz sorun çözerken, ‘kavga’ değil ‘müzakere’ yöntemini önceliyoruz.
Ahiliğin kurucusu, Ahi Evran-i Veli’nin söylediği gibi;
Üyelerimizden aldığımız gücü;
Değerli katılımcılar…
Büyük Velî Muhiddin-i Arabî Hazretleri;
Söylediklerimin, siz değerli hazirûn için ‘azık’ değerinde olması temennisiyle, sözlerime son verirken, şu ilkelerimize dikkat çekmek isterim:
Biz;
***
Bizler;
emeğiyle bir medeniyet inşa etmeye çalışan, medeniyet işçileriyiz.
Son sözlerim, merhum şair Erdem Bayazıt’ın ağabeyin mısralarıyla olsun:
"Yememiştir hiç kimse
Elinin emeğinden daha hayırlısını"
diyerek,
Şafak gibi alınlara terle yazılmış
Hakkın mutlak ölçüsünü,
Elbet benim işçilerim çekecek,
Emeğin kutsal direğine.”
Hepinize en derin saygı ve muhabbetlerimi sunuyorum.